29 Tem 2008

Yaşlandığını anlamanın birkaç yolu

14/01/2008 / Radikal

Serdar Kuzuloğlu

Ekranın başında dönüp dolanırken 'hayatın anlamı hakkında 25 şey', 'etkili konuşmanın 7 yolu' gibi sayfalara rastladım. Örneğin 'büyüdüğünü anlamanın 25 yolu' başlıklı sayfalardan derlediklerim şöyle:


Evindeki bitkilerin hepsi hayatta ve hiçbiri içilir şeyler değil.

Dolabında biradan daha fazla yemek var.

Sevdiğin şarkı asansörde çalıyor.

Yaşlı akrabalar senin yanında seks hakkında şaka yaparken daha rahat davranıyor.

Divanda uyumak belini ağrıtıyor.

Arada uyukluyorsun.

Kahvaltıyı kahvaltı saatinde yapıyorsun.

Bir rehin alma eyleminde ilk sen bırakılıyorsun.

Eşyaların ve giysilerin eskimiyor.

Seks olmadan yaşayabilirsin ama gözlüğün olmadan asla.

Sürekli benzin fiyatlarından söz ediyorsun.

Kulaklarında kafandan daha fazla tüy var.
Bu vahşi liste böyle uzayıp gidiyor. Buraya uç örnekleri taşıdım ama bazıları cidden düşündürücü. Yakın çevrem tarafından hayretle karşılanan bir 'yaş takıntım' olduğu için böyle şeyler oldum olası ilgimi çekmiştir. Örneğin 25 yaşın üstünde olduğumuzu anlayabileceğimiz testlerin ötesinde 25 yaştan sonra ne oluyor bunu merak ettim hep. Aynı şey 40, 60 yaş ve ötesi için de geçerli.
Dünyanın kaymağını yiyenler arasında nerede olduğunuzu anlamak için birkaç kriter var. Dünya güzellik yarışmaları iyi bir referans olabilir. Örneğin 2007 Miss World'ün birincisi (Kraliçesi) Çinli Zhang Zilin 1984 doğumlu. Ardından gelen Angolalı Micaela Reis 1988, takipçisi Carolina Morán ise 1987 doğumlu. Yani hâlâ 60'lar, 70'ler hatta 80'ler konuşuluyorken ortam 90'lı yılların evlatlarına devredilmiş bile. Ama geleneksel medya hâlâ 60'lı yılların yazarlarının elinde 70'li yılların ağzıyla 80'li yılların dertlerini tartışıyor.
Kullandığım bir diğer yöntem de biyografiler. Hem daha keyifli. Örneğin Louis Pasteur o meşhur aşısını kaç yaşında buldu, Mustafa Kemal Conkbayırı'ndaki cephede kaç yaşındaydı, Marlon Brando ilk başrolünü kaç yaşında oynadı (en umutlandırıcı Şener Şen: ilk başrol anca 41 yaşında gelmiş) ya da falanca girişimci ilk şirketini kaç yaşında kurmuş? Peki ben o yaşlarda neler yapmıştım? Dev bir kolajın içindeki küçük bir parça olma telaşının etkisi galiba...
Yeni nesil meseleler de var elbet. Mesela bilgisayar başında oturduğun zamanının yarıdan fazlası işle geçiyorsa yaşlanmışsın demekmiş. Facebook'tan dürtülmek, vampirler tarafından ısırılmak garip geliyorsa da öyle... Blackberry'in varsa iş bitmiş örneğin. Jean pantalonu sadece cuma giyiyorsan geçmiş olsun (hey gidi casual friday!).
Meşhur bir klişe der ki: Bir insana bir balık ver, o gün karnını doyurur. Bir insana balık tutmayı öğret, bir ömür boyu karnını doyurur. Bugün bir seçenek daha var: internet kullanmayı öğret, en az 1 hafta seni rahatsız etmez.
Anası, babası, dadısı, idolü televizyon olmuş çocukların çağı da geçti artık. Bilgisayar diye bir şey var. Üstelik en kötüsü bu ilginin iyi mi, kötü mü olduğunu kestirememek. Bilgisayar bilmeyen çocuk nasıl iş bulacak, değil mi?
Son 15 gün içinde yaklaşık 15-20 kişi alacağımız bir pozisyon için verdiğimiz internet ilanı için gelen 650'ye yakın başvuruyu eledim. İnternet iş yapmak ve rekabet etmek için en vahşi ortam olmalı. Sayıyı 60'a indirince yüz yüze grup görüşmeleri mümkün oldu.
Peki bilgisayarı olmayan ya da internet kullanamayan ama tam aradığımız özelliklere sahip olanlar ne oldu? Onlarla muhtemelen hayatımız boyunca hiç tanışmayacağız bile...
Böylesi endişeler içinde çocuğuna konuşmaya başlar başlamaz iki dil öğretmeye çalışanlar var. Ben baba olsaydım önce sokakta hayatta kalma ve insan tanıma dersi verirdim. Çünkü iki dil bilen ama evle okul dışında gerçek hayatın kokusunu bile almamış o mahir yavrucakların gırtlağına birinin çökme ihtimali, iş yaşamına atıldığında o dillere duyacağı ihtiyaçtan çok daha fazla kabul edersiniz ki.
Geçen gün belediye otobüsünde yanımdakiyle sohbet ederken "internette her şey var" dedi. Sesimi çıkarmadıysam da her şeyin olduğu interneti 'satan' kafelerde zaman öldürenlerin ekranlarındakiler geldi.
'Matrix' filmindeki sorgu sahnesinde Ajan Smith, telefonla konuşmak istediği için dudaklarını birbirine yapıştırdığı Thomas Anderson'a şunu sorar: "Ağzın olmadıktan sonra telefon ne işe yarar?". İnternetten
önce de kitaplarda, kütüphanelerde (hemen) her şey vardı. Ne değişti?
Günün sonunda 25'lik dilimlerini patır kütür devirdiğimiz şu hayatta geriye yine sadece sorular kalıyor. Balığı istemeyi mi öğrenmeli, çalmayı mı? Yemeyi mi bilmeli, beslemeyi mi? Vermeyi mi seçmeli, tutmayı öğretmeyi mi? Balık mı olsak, yosun mu?
Kasamızdaki, özgeçmişlerimizdeki, cebimizdeki, aklımızdaki hatta ağzımızdakilerin kurbanı oluyoruz. Ve Chuck Palahniuk'un dediği gibi 'sahip olduğumuz şeyler bir süre sonra bize sahip oluyor'.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yorumlarınız önemlidir.