11 Mar 2009

ABD'ye yakın Tanrı'ya uzak ülke: Meksika



Kocaman bir hasır şapkanın gölgesinde, eller göbekte uyuklayan ‘siesta’cılar, sokak pazarlarında satılan kurtlu tekilalar... ‘ABD’ye yakın, Tanrı’ya uzak ülke’ Meksika’nın aklınıza ilk düşen görüntüleri bunlar mı? Kabul ediyorum; ev sahibimizin dediği gibi ‘At üstünde gezen hasır şapkalı yerliler’ değilse de, siesta kareleri ve kurtlu şişeler benim de Meksika başlığı altında bir dolu başka şeyle biriktirdiğim imgelerdi. Sonra ne mi oldu? Birer günlük uçak yolculuklarının arasına tost edilmiş üç günlük Meksika seyahati esnasında, cebimdeki klişeleri boşaltıp, şubat ortasında 30 dereceye yaklaşan havayı ve ülkenin en ‘Meksikalı’ eyaletini koklamaya başladım.


En Meksikalı; çünkü mariachi müziğinin de, namlı içki tekilanın da, her köşe başında bağımsızlığı anımsatan anıtların da mekânı burası. J harflerini İspanyolca’nın gırtlaktan gelen ‘h’siyle telaffuz edelim: Guadalajara... Jalisco eyaletinin başkenti, Mexico City’den sonraki ikinci büyüğü. Tam 466 yaşında. Burası, tuzlayıp limonlayıp arka arkaya shot’lanan tekilanın anavatanı.
Küçük bir gazeteci grubu olarak merakımızı ve yazlıklarımızı sırtlanıp yollara düşmemizin vesilesi, Olmeca Tekila’nın ‘Tekila nedir, ne değildir’ başlığıyla özetlenebilecek canlı sunumu. Peşine eklenen Guadalajara ve Puerto Vallarta keşifleri, çakırkeyifliğin ardından gelecek soluklanmalar...

Jalisco eyaleti mavi, dikenli, uzun yaprakları ve büyük bir ananası andıran gövdesiyle tekilanın özünü oluşturan agav bitkisinin dünyada yetiştiği tek iklim ve toprağa sahip. Guadalajara’nın dışına ilerledikçe, alabildiğine uzanan agav tarlaları, dünyanın tekila ihtiyacını karşılıyor.



Aztekler’in 2 bin yıl önce, yapraklarını çıkarıp içinde bir delik açarak ürettikleri ve ‘Büyük Maya Tanrısı’ Olmeca’ya adadıkları içki, 1600’lü yıllarda buraya ayak basan İspanyolların ‘sert içki’ ihtiyacını karşılamamış. İspanyollar da çareyi, istila ettikleri toprakların yerlilerine ‘damıtma tekniklerini’ öğretmekte bulmuş. Tekila, 1862’den beri damıtılarak pazara sunuluyor.
Kurt efsanesine gelince; ev sahibimiz, Olmeca Tekila Uluslararası Marka Eğitim Müdürü Alberto Navarro, hikâyenin aslının ‘mezcal’e dayandığını anlatıyor: “Mezcal, yine mavi agav bitkisi kullanılarak ama farklı bitkilerin de eklenmesiyle yapılan ve içinde kimi zaman (her zaman değil!) kurtçuk bulunabilen, tekiladan farklı bir içki.”


Tekila, nüfusu 25 yıl önce 1 milyonken şimdilerde 8 milyonu bulmuş Guadalajara’nın ekonomisinin temel ayaklarından. Havaalanının çıkışında üç dev tekila şişesi karşılıyor ziyaretçiyi, bir de ‘Meksika’nın Silikon Vadisi’ yazısı. Yoksulluk ve refah, dış çeperdeki tek katlı evler ve merkezdeki çok katlılar, meydanda birkaç peso karşılığında bir şeyler satmaya çalışan çocuklar, paçayı kurtarmak hevesiyle kuzey sınırını aşmak için şansını zorlayanlar ve çokuluslu şirketlerde dolgun maaşlarla rahat edenler. Hızlı bir endüstrileşme evresi geçiren tüm ‘büyük’ler gibi, Guadalajara da...

Guadalajara, Türkçe mealiyle ‘Kayaların arasındaki nehir’, merkezinde ‘Minerva’ adlı çeşmeyle karşılıyor ziyaretçilerini. Yunan tanrıçası Minerva, burada ‘şehrin koruyucusu’na dönüşmüş. Çevredeki çiçekler, her gece tarihi gösterecek şekilde değiştiriliyor. Rehberimizin ‘süpersonik’ turunun Hükümet Sarayı ayağında ülkenin en önemli üç ressamından José Clemente Orozco’nun üç taraflı duvar resminin önünde çakılıyoruz. Ortaya bağımsızlık savaşının ateşini yakan Katolik rahip Miguel Hidalgo y Costilla’yı resmeden Orozco, sol tarafı monarşi ve kiliseye ayırmış. 1936-1937’de tamamladığı resmin sağ duvarı, savaş öncesi dünyanın vaziyetini tiye alıyor. Dönemin ve öncesinin tüm aktörleri toplanmış; Marx, Stalin, Roosevelt, Hitler, Mussolini...

Kentin en mühim bölgelerinden biri Tlaquepaque. Tek seferde söylemeyi becerebilince keyifli bir tını veren bu kelime, kille çalışılırken çıkan sesi anlatıyor. Pazar alanı rengârenk kıyafetlere bürünmüş kadın, erkek ve çocukların elinden satışa çıkan el dokuması, boncuk işleri, heykeller ve kil objelerle dolup taşıyor.

Guadalajara’dan ufak bir uçakla uzaklaşıp indiğimiz Puerto Vallarta’da dev dalgalarıyla okyanus karşılıyor bizi. 1964’te John Huston burada Elizabeth Taylor ve Richard Burton’lı ‘İguana Gecesi’ni çekince, üstüne iki oyuncu burada ateşli bir aşk yaşayınca, dikkatler Puerto Vallarta’ya yönelmiş. Sahildeki bronz heykellerin ihtişamı bir yana, göğe uzanan oteller ve inşaatlar, ‘Türkiye’ye yaklaştık galiba’ algısını yaratmıyor değil...

Okyanusun tadına bakmadan önce, ‘Tipik bir Batı Meksika köylüsü nasıl yaşar?’ temalı gezide buluyoruz kendimizi. Roberto Benigni’nin Meksika’daki ağabeyi olduğunu tahmin ettiğim tur operatörümüz Juan’dan cipleri teslim alıp dağ yollarına vuruyoruz.

Köylerdeki çocuklar, beş sınıf bir arada eğitim gördükleri (Tanıdık değil mi?) okullarına, meyve bahçelerine, bayıra karşı tortilla pişiren annelerinin yanına uğrayan meraklı bakışları yadırgamıyor. Anne sütünü artırmaktan kokteyllere lezzet vermeye pek çok faydası olan bitki ve meyvelerin canlı sunumunu da dinledinizse, sıra safarinin tozunu dalgaların arasına bırakmada.

Şansınız varsa, mevsimlerden de kış ya da baharsa ufukta balina sürülerine rastlamak olası. Gece çökünce ufaktan Marmaris ya da Bodrum tadı hissederseniz kafanızı, yüzünü suya dönmüş heykellere çevirin. Yüksek müzik, tekilaya boğulmuş turistler, banklarda sohbet eden yerli delikanlılardan geçen tanıdık hissi bir kenara bırakıp gerçekten uzaklarda olduğunuzu fark edeceksiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yorumlarınız önemlidir.